tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
hayal gücü, ruhu, tutkusu, kısacası değerli nitelikleri var, ama bunların öznel olarak farkında değil. beni buna rastlantısal bir olay inandırdı bugün. jansen'lerden onun piyano çalmadığı bilgisini edindim; halasının ilkelerine aykırıymış. buna hep üzülmüşümdür, çünkü müzik, burası önemli, bir uzman pozu takınılmadığı takdirde, bir genç kızla iletişim kurmak için iyi bir yoldur. bugün bayan jansen'lere gittim; kapıyı vurmaksızın yarısına kadar açtım; benim genellikle çok işime yaramış ve gerektiğinde açılmış kapıya biraz alayla karışık vurarak işin içinden çıktığım bir yüzsüzlük bu. kız yalnız başına piyanonun başındaydı—gizli gizli çalıyormuş gibi bir hali vardı (kısa bir i̇sveç melodisiydi çaldığı)—usta bir piyanist değildi, tedirginleşti, ama sonra yeniden güzel sesler gelmeye başladı. kapıyı kapayıp dışarıda, onun ruh halindeki değişimi dinleyerek bekledim; çalışında bazen mittelil adlı kızı anımsatan bir ihtiras var, hani altın arpını öylesine şiddetle çalar ki göğüslerinden süt fışkırır. çalma biçiminde hem biraz melankolik hem de biraz ditirampvari bir şeyler var.— i̇çeriye dalabilir ve o ânı yakalayabilirdim ama aptalca olurdu bu.— bellek yalnızca bir koruyucu değil aynı zamanda bir arttırma aracıdır da; belleğe sinmiş şey aslının iki katıymış gibi gelir.— kimi zaman kitapların, özellikle de dua kitaplarının içinde küçük bir kurumuş çiçeğe rastlanır, güzel bir an, onu saklamak fırsatını sağlamıştır, ama anımsanan şey daha da güzeldir. anlaşılan piyano çaldığını gizliyor ya da yalnızca bu küçük i̇sveç melodisini çalabiliyor.— onun için özel bir önemi olmasın? bunların hiçbirini bilmiyorum ama olay o nedenle benim için çok önemli. onunla daha samimi konuşabilirsem onu çok gizli bir şekilde bu konuya yönelteceğim ve bu tuzağa düşüreceğim.

søren kierkegaard
baştan çıkarıcının günlüğü

s.49

çev.: süha sertabiboğlu
ayrıntı yayınları
biliyorum.

onur kırıcı koşullarda öleceğim.

bugün, bağlı olduğum tek insan için bir korku, tiksinti konusu olmanın tadını çıkarıyorum.

i̇stediğim şu: bir insanın başına gelebilecek, gülüp geçebileceği en berbat şey.

"ben"im içinde bulunduğum boş kafa o kadar korkak, o kadar açgözlü oldu ki onu yalnızca ölüm tatmin edebilir.

birkaç gün önce —karabasanda değil, gerçekte― tragedya dekoruna benzeyen bir kente geldim. bir akşam, —daha acı acı gülmek için söylüyorum bunu— fır dönerek dans eden iki yaşlı eşcinseli seyreden tek sarhoş ben değildim; bu da düş değil, gerçekti. gece yarısı tarikat şövalyesi odama girdi: öğleden sonra mezarının önünden geçmiştim, onu alaycı bir şekilde davet etmeye beni kibrim itmişti. beklenmedik gelişi beni korkuttu.

önünde titriyordum. önünde bir yıkıntıydım.

yanımda ikinci kurban yatıyordu: dudaklarının son derece iğrençliği onları bir ölününkine benzetiyordu. bu dudaklardan kandan daha tiksinç bir salya akıyordu. o günden bu yana, kabul etmediğim, artık dayanma cesareti bulamadığım bu yalnızlığa mahkûm edildim. ama daveti yinelemem için bir çığlık yetebilirdi ve kör bir öfkeye kulak verseydim, artık çekip gidecek olan ben değil, yaşlı adamın cesedi olurdu.

i̇ğrenç bir acıdan yola çıkarak her şeye karşın sinsice sürüp giden küstahlık yeniden arttı, önce yavaş yavaş, sonra, ansızın, bir parıltıyla gözümü kamaştırdı ve akla mantığa aykırı bir halde ortaya çıkmış bir mutluluk içinde beni kendimden geçirdi.

şimdi mutluluk başımı döndürüyor, beni sarhoş ediyor.

haykırarak adını anıyorum onun. avazım çıktığı kadar bağırarak terennüm ediyorum adını.

budala yüreğimde, budalalık kahkahalarla gülerek şarkı söylüyor.

başariyorum!

s.19-20
georges bataille
göğün mavisi

türkçesi: yaşar avunç
sel yayınları
ablamın kedileri

kalemi elime alınca ağlamaya başladım. on dört sene evvel bugünlerde kaybettiğim büyük insanı, ablamı şanına layık nasıl anayım? i̇nsan, hayvan, ot, çiçek, ağaç, yaprak, ha­yat taşıyan her varlığa karşı şefkat ve muhabbetini su gibi akıttı, sıhhatini kıyasıya harcadı. bana karşı fedakârlıklarını düşündükçe titriyorum. tek tesellim ellerine, ayaklarına kapanarak “yapma!” diye yalvardıklarımdır.

güler, “ayol,” derdi, “sana kedilerim kadar bakamıyorum.”

ah o kediler, ablamın kedileri…

kırk ikiye kadar saydığım olmuştur. sayısı on beşe indiği zaman evimizde bir boşluk duyulur­du. tencereleri, yemek kapları, su kapları, hasır­ları, minderleri, senetleri, sandıkları, kilerleri, ilaç dolapları vardı. geniş, çok geniş bahçemizin bir köşesinde de bir kedi mezarlığı…

i̇ki mezarlıktı, eski mezarlık, yeni mezarlık. eskisi, komşumuz profesör doktor aziz dostum fahrettin kerim gökay’ın köşkü tarafındaki du­var boyunca uzanan leylakların altındaydı. bahçemizin o tarafında şerit gibi bir toprağı, arkalar­daki arsalarda satılık evler yaptıran vidal şarl’a sattığımızda kedi mezarlığının nakli için rençber tuttuk, kabirler karşı tarafta, diğer komşumuz şadiye hanımların tarafındaki güllerin altına nak­ledildi.

ölüm vakaları nadiren kaza ile olmuştur. 1941’de 9 aylık saçak adındaki oğlan ile 1943’te 11 ay­lık altınbaş adındaki oğlanı evimizin önünden geçen kayışdağı caddesi’nde kamyon çiğnedi. bir tekir kedi de, cinsiyetini ve ismini de unuttum, çok gerilerde başka bir komşunun havuzunda boğuldu.

i̇ki de cinayet kurbanı vardır. 1938’de muhacir mahallesi’nden bir haylaz çocuk 1 yaşında ve eb­ru adındaki güzel bir kızı bel kemiğini taşla kırarak, 1943’te de yine o mahallenin başka bir haylaz çocuğu kâtip adındaki güzel bir sarı oğlanı başına taş atarak öldürmüştür.

kayıp vakaları çoktur. 1953’te baytarların isim veremedikleri, teşhis koyamadıkları bulaşıcı bir hastalık on beş can kaybına sebep oldu. hastalık kedi dostlarından aziz arkadaşım mesut cemil’in tavsiye ettiği mitigal denilen bir ilaç, tecrit ve perhizle önlendi.

büyük paşa, 1941’de 22 yaşında öldü. aslı konyalıydı, milli mücadele yıllarında doğmuş, konya’dan i̇stanbul’a yanımızda gelmiş, bir sene ka­dar üsküdar’da toptaşı’nda, ömrünün sonuna ka­dar da göztepe’deki evimizde oturmuştur. evimiz­deki kedi neslinin babası odur; kediler biri üskü­darlı menekşe hanım, ikisi göztepeli pamuk hanım ile benli ayşe hanım, üç karısından üremiştir. üçü de namuslu kadınlardı, güzel kocalarını aldatmamışlardır. ölümünden bir sene önce paşa’nın gözlerine perde indi, bir sene kadar da bacakları mefluç yaşadı.

ondan sonra yaşlı ölenler 1943’te 13 yaşında balıkçı, 1955’te de 11 yaşında petek.

ne kadar yazık kibir tarih koymamışım, 1941 ile 1943 ara­sında olacaktır, hal tercümesi kitapları kılığında ablacığımın kedileri için bir risale yazmaya başla­mıştım, 15 kedinin hal tercümesi, isimleri sırası ile şunlar: büyük paşa, me­nekşe hanım, pamuk ha­nım, benli ayşe hanım, eb­ru kız, saçak oğlan, altın­baş oğlan, beyoğlu, balık­çı, büyük elif, küçük elif, çileli, derviş, petek…

hatıraları hafızama nakşedilmiş diğer kedi­ler de şunlardır: büyük cey­lan, küçük ceylan, dayı bey, gümüş oğlan, katındı, deli bebek, büyük nazlı, küçük nazlı, pıtırcık, köçek, karakaş, kömürcü. kınalı.

Tercüman, 29 Aralık 1971 - 8 Ocak 1972,
4 tefrika.
reşat ekrem koçu
bizimkisi ayırmacı bir düzendir: susturulmuş kişilerin sorular sormasını, yalnız kimselerin birlik olmasını ve gönlün, kopuk parçalarını bir araya getirmesini önlemek için.

düzen, nasıl cinselliği sevgiden, özel yaşamı kamu yaşamından, geçmişi bugünden ayırırsa, duyguyla düşünceyi de birbirinden boş düşürür. geçmişin bugüne söyleyecek bir sözü olmazsa tarih, düzenin eski rol kostümlerini sakladığı dolabın içinde uyumayı sürdürebilir.

düzen bizim belleklerimizi boşaltır ya da süprüntüyle doldurur ve bu yoldan bize, tarihi yaratmak yerine yinelemeyi öğretir. ünlü bir bilici, trajedinin kendini fars olarak yinelediğini söyler. oysa bizim durumumuz daha da kötü: trajedi kendini trajedi olarak yineliyor.

s.131
eduardo galeano
kucaklaşmanın kitabı

türkçesi: nihal yeğinobalı
can yayınları
hepinize!
i̇şte ölüyorum. kimseyi suçlamayın bundan ötürü. hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.

anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! bağışlayın beni. i̇ş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı.

lili, beni sev.
hükümet yoldaş! ailem: lili brik, anam, kız kardeşlerim ve
veronika vitoldovna polonkaya’dan ibarettir. yaşamlarını sağlarsan, ne mutlu bana.

bitmemiş şiirleri brik’lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.

“bir varmış bir yokmuş”
derler hani:

aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi!

dayanamayıp parçalandı işte sonunda...

acıları
mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a y a b i l e d e ğ m e z:

ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
ve sizler mutlu olun
yeter.

vladimir mayakovski
çeviren: attilâ tokatlı
varoluşçu filozof rollo may, karşıtları sık sık karıştırdığımıza inanıyordu. "aşkın karşıtı nefret değildir, ilgisizliktir" dedi. ayrıca korku, cesaretin temel bir bileşeni olduğu için cesaret ve korkunun zıt olmadığına ve gerçekten cesur olanların korkuyu deneyimleyen ve onun içinden geçenler olduğuna dikkat çekti. yine de, neşe ve umutsuzluğun uyumluluğunu tartışırken en çok bilgilendiriciydi.

"sevinç, olasılığın deneyimidir," diye yazmıştı, "kişinin kaderiyle yüzleşirken özgürlüğünün bilincinde olması. bu anlamda umutsuzluk... sevince yol açabilir. umutsuzluktan sonra geriye kalan tek şey olasılıktır."

s.190
matt haig
rahatlama kitabı

çeviren: kıvanç güney
domingo yayınevi
gülü çiğdemi filan bırak
sardunyayı karidesi filan bırak
acıyı ve ölümleri bırak
oy pusulalarını ve seçimleri bırak
evet
seçimleri özellikle bırak
çünkü açlık çoğunluktadır

her kişinin ukala ömrü
yeter sanılır çiçeklenmeye
ve dünyanın karanlığından
bir aşk bahanesiyle kurtulmaya
kaçıp giden baharların anısı
elden ele devredilen bir gençlik duygusu
laleler sümbüller bütün öbür boklar püsürler
hakkım var mıdır bunları söylemeye
- vardır
güneş doğarken ve batarken
yazdan kışa girerken ve kıştan çıkarken
ve dağda ve kırda
hakkım vardır -
çünkü en azından dünyadan
dölsüz katırlar geçer
yüklü vagonlar geçer
demir yüklü şilepler geçer
yelkenleri işletenleri ve tayfalarıyla
ve onların karıları ve çocuklarıyla
ve bilinmez sanılır geleceği
bir demiryolu makasçısının
oysa kesinlikle yazılmıştır
her sevgi kitabında
asıl olan açlıktır
çoğunluktadır

sevişmek o yüzden gereklidir
evet açlık, yok olsun bütün incelikler
mendiliniz var mı, kabak öğreten
boa strogonof mantar file minyon
güneş görmemiş midye
midye görmemiş güneş
ve soygun hâlindeki otel malzemeleri
ve altın arayıcılar
ve istedikleri yerlerde
yüksek graviteli petrol bulanlar
hem şames kıyısında
hem mekong deltasında
bir kalça fotoğrafına bunlarla birlikte bakanlar
çoğunlukta değildir
açlık çoğunluktadır
artık her şeyi yaşadık
ve birlikte düşündük
ve düşündük ki her şey cehennem
bir bakışta
ve cehennem
başarılmamış bir savaştır
dünyanın ortasında kullanılmamış bir su
cehennem, insanın kendi ciğeri
at sırtında taşınan ölü
kundağa girmeyen bebe
karanlıklarda açan çiçeklerin
bir insanin ölümüne dönüşü
bir insan olumu olmaya
çünkü açlık çoğunluktadır

- işte o zaman diyorum ki -
gelişin sen olsun senin
her şey esirgesin seni
çünkü açlık çoğunluktadır
ve ezecektir gücüyle dünyayı
- ikimize bir aşk elbette yetmez
türlü şeylerin savunulduğu -
diriliğe eşitliğe tokluğa
artık ayıp olan tokluğa
çünkü açlık çoğunluktadır
açlık.

turgut uyar
yapı kredi yayınları
gene yaptım, gene yaptım işte.
on yılda bir kere
beceririm bunu ben —

bir çeşit ayaklı mucize, tenim
bir nazi abajuru kadar parlak,
sağ ayağım

kâğıt üstüne ağırlık.
yüzüm hiçbir özelliği olmayan, halis
yahudi keteni, en incesinden.

kaldır o örtüyü
sevgili düşmanım.
korkuttum mu yoksa?

burnumla, göz çukurumla, otuz iki dişimle?
sasımış soluğum
yok olur gider bir günde.

pek yakında, evet pek yakında
mezar inimin yediği etim
gene üstümde olacak eve gittiğimde.

bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme.
otuzumdayım daha.
kedi gibi dokuz canım var hem de.

bununla üç etti.
ne pis iş bu
silip, yok etmek her on yılı böyle.

milyonlarca lif, milyonlarca.
ağızlarında fındık fıstık çatır çutur, itişip
kakışıyor kalabalık, görmek için ellerimin, ayaklarımın

açığa çıkarılışını.
baylar, bayanlar!
böyle striptiz görmediniz.

bunlar ellerim:
bunlar da dizlerim.
bir deri bir kemiğim belki,

ama, aynı kadınım işte, tıpatıp aynı.
i̇lk kez olduğunda on yaşındaydım ben.
kazaydı.

i̇kincisinde, işi bitirmeye
ve bir daha dönmemeye öyle kararlıydım ki.
kapatmıştım kendimi,

sallanıyordum deniz kabuğu gibi.
seslenmek, durmadan seslenmek, bir de ayıklamak
zorunda kaldılar üstüme inciler gibi yapışmış kurtları.

ölmek,
her şey gibi, bir sanattır,
bu konuda yoktur üstüme.

öyle ustaca yaparım ki cehennem gibi gelir.
öyle ustaca yaparım ki gerçekmiş gibi gelir.
bir talebim olduğunu bile söyleyebilirsiniz.

öyle kolay ki bir hücrede bile yapabilirsiniz.
öyle kolay ki yaparsınız ve kımıldamazsınız.
benim canıma okuyan

aynı yere, aynı surata,
aynı şaşkın, hayvansı
"bu bir mucize! mucize!"

haykırışlarına güpegündüz
görkemli bir dönüş yapmak.
bir bedeli var

yaralarıma bakmanın, kalp atışlarımı
dinlemenin bir bedeli var —
tıkır tıkır çalışıyor işte.

bedeli var, hem de ne bedeli var,
bir sözcüğümün ya da bir dokunuşumun
ya da kanımdan bir damlanın

ya da saçımın bir telinin ya da bir parçasının elbisemin.
ya, işte böyle, herr doktor.
i̇şte böyle, herr düşman.

beni siz yarattınız.
ben sizin kıymetli eşyanız.
eriyip çığlığa dönüşen

son altından bebeğiniz.
dönüyor, yanıyorum.
yüksek alakalarınızı küçümsüyorum sanmayın.

karıştırıp durduğunuz
küller, küller —
et, kemik, yok orada başka bir şey —

bir kalıp sabun,
bir alyans,
bir de altından diş dolgusu.

herr tanrı, herr şeytan
aman dikkat.
aman dikkat.

ben diriliyorum, kalkıyorum işte
küllerin arasından kızıl saçlarımla
ve insan yiyorum, hava solumasına.

23-29 ekim 1962
s. 12—15

sylvia plath
ariel ve seçme şiirler

çeviren: yusuf eradam
kırmızı kedi yayınevi
“başınıza gelenlere kafa yormak dünyadaki en kolay şeydir. hastane yatağındasınız, öleceğinizi düşünüyorsunuz. esas bunu düşünmemek, bu düşünceyle arama mesafe koymak için olağanüstü bir çaba harcamam gerekirdi. hastalığı kafamdan atmak için büyük çaba harcadığım asıl dönem, çalışamayacak kadar hasta olduğum ama fotoğrafçılık kitabımı bitirmek için işimin başına dönmek istediğim zamandı. çalışamamak beni çıldırtıyordu. yeniden işimin başına oturabildiğimde, kanser teşhisi konulalı altı-yedi ay olmuştu ve fotoğrafçılıkla ilgili denemelerimi yazmayı tamamlamamış olsam da kitap kafamda çoktan bitmişti. tek yapmam gereken kafamdakileri hayata geçirmek, düzgünce, titizlikle, çekici ve canlı bir şekilde kaleme almaktı. fakat o an bağ kuramadığım bir şey yazma fikri beni delirtiyordu. tek yazmak istediğim metafor olarak hastalık'tı: hastalandıktan sonraki ilk iki ay o kitapla ilgili bir sürü fikir zihnime üşüşmüştü ve dikkatimi yeniden fotoğrafçılık kitabına vermek için kendimi bir hayli zorlamam gerekti.

neticede, benim istediğim hayatımı hissederek yaşamak. gerçekten hayatının içinde olmaktan, adım attığın anı yaşamaktan, dünyaya -ki bu dünya seni de içerir- bütün dikkatini vermekten bahsediyorum. dünya senden ibaret değildir, dünya seninle özdeş de değildir ama sen ona dahilsin ve dikkatini ona veriyorsun. yazarın yaptığı budur. yazar, dünyaya dikkatini verir. belki de bütün soruların yanıtının insanın içinde olduğunu savunan tekbenci yaklaşıma tamamen karşı olduğumdan böyle düşünüyorum. soruların yanıtı sende değil, sen parçası olsan da olmasan da dışarıda bir dünya var. yaşamakta olduğun şey çok güçlüyse, başka bir şeye sığınarak kaçmayı denemektense ona odaklanmalısın bence. böylece yazdıklarının olup bitenlerle ilgili gerçekleri yansıtması, yaşadıklarının metne nüfuz etmesi kolaylaşacaktır. dikkatini başka bir şeye vermeye çalıştığında ikiye bölünürsün. pek çok kişi metafor olarak hastalık'ı yazmak için kendime yabancılaşmış olmam gerektiğini iddia etti ama hiç de öyle değildi.”

s.19-20
susan sontag:
bilincin kapısını aralamak
jonathan cott - rolling stone söyleşisi

türkçesi: zeynep heyzen ateş
sel yayıncılık
“eğer birisi beni olduğum gibi severse, sonunda kendime bakmaya cesaret edebilirim belki.

bu olasılık benim için oldukça uzak.

bir kereliğine bile olsa onu bütün kalbimle sevdiğimi söylemek isterdim. ama bunu inandırıcı bir şekilde söyleyemiyorum. doğru kelimeleri bulamıyorum.”

ingmar bergman
güz sonatı —1978
konuştuğum zaman hepsi beni abartılı buluyor; sussam gülünç, yanıt versem kaba, iyi bir fikrimi söylesem hırslı, yorgun olsam tembel, bir lokma fazla yesem bencil, aptal, korkak, içten pazarlıklı olduğumu düşünüyorlar. bütün gün benim çekilmez bir yaramaz çocuk olduğumdan başka bir söz duymuyorum; tüm bunlara gülüp geçsem de, bunları umursamıyormuş gibi görünsem de tabii ki çok etkileniyorum. tanrı'ya yalvarmak istiyorum: "bana etrafımdaki insanların zırhlarını giydir ve beni hedef seçmeyecekleri başka bir kişilik ver!"

30 ocak 1943, cumartesi
s.88

anne frank
anne frank’ın hatıra defteri

türkçesi: hakan kuyucu
epsilon
“evrensel felsefe”nin öbür yönü ortadan kaybolmadı. ancak felsefenin dünyamızın eleştirel bir analizi olma görevi, giderek daha fazla önem kazanan bir boyut. bütün felsefi sorunların belki en kesini, şimdiki zaman sorunu, bizim tam şu anda ne olduğumuz sorunudur.

bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir. modern iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double bind”dan (“ikili kısıtlama”) kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız.

sonuç olarak şu söylenebilir: günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.

s.68
michel foucault
özne ve i̇ktidar

ayrıntı:307
çevirenler: işık ergüden, osman akınhay
“bu kadar sıradanlık yeter. seni yeniden canlandıralım. güçsüz ve zayıfsın ve de tembel. mutlaklar seni korkutuyor. güneş gözünü acıttığı için gölgeleri savunuyorsun.

benim dostum musun? eğer dostumsan, beni olduğum gibi kabul et. başka türlü değil.”

1:03:04
louis malle
le feu follet, 1963
bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. ayrıca sevgisi yoluyla kişi, sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak, potansiyellerini gerçekleşmesini sağlar.

logoterapide sevgi, yüceltme anlamında cinsel itkilerin ve içgüdülerin sadece bir yan olgusu (epifenomen)* olarak yorumlanamaz. sevgi de cinsellik kadar temel bir olgudur. normalde seks, sevgi için bir dışavurum biçimidir. seks, bir sevgi aracı olur olmaz ya da sadece bir sevgi aracı olduğu sürece haklı görülür, hatta meşrulaştırılır. bu nedenle sevgi, seksin sadece bir yan etkisi olarak anlaşılmaz; daha çok seks, adına sevgi denilen nihai birliktelik deneyimini dışavurmanın bir yolu olarak görülür.

yaşamda bir anlam bulmanın üçüncü yolu, acı çekmektir.

* temel bir olgunun sonucu olarak baş gösteren bir olgu.

viktor e. frankl
i̇nsanın anlam arayışı
(sevginin anlamı)

s.126
türkçesi: selçuk budak
okuyan us yayın
anıların açtığı yara gibi,
sana giden yolu kazarak açmakta gözler,
yüreğin parlak dişleriyle ısırılmış
ve yatağımız olarak kalan
bu yüce topraklarda:

bu tünelden gelmelisin —
geliyorsun.

en derinlerden,
tohumların bereketiyle donatmakta
seni deniz, bütün zamanlar için.

sonu yok her şeye bir ad vermenin,
seni kaderimle örtüyorum.

(bkz:paul celan)
kapkara
ölümle sona eren söz konusu daimi “bütün—olmayışı”, dasein’dan söküp atmak imkansızdır. peki ama, dasein var oldukça ona bu henüz—olmamışlığın “ait olduğunu” dile getiren söz konusu fenomenal vaka tespitini noksanlık olarak yorumlamak mümkün müdür? hangi varolanla irtibatlı olarak noksanlıktan söz ediyoruz burada? bu ifade, bir varolana esasen "ait olan" ve fakat ondan henüz mahrum olan bir şeyi ima ediyor. mahrum olma olarak noksanlık bir aidiyet üzerine temellenmiştir. mesela alacaklı olduğumuz bir borcun kapanmasını sağlayan bakiye bizim için noksandır. noksan olan halihazırda hazır bulunmayandır. noksanlığın ortadan kaldırılması anlamında “borcun” tediyesine “ödeme" diyoruz; başka bir deyişle bakiye peş peşe ödenir, böylece henüz—olmamışlık adeta doldurularak tamamlanır ve borçlu olunan meblağ "bir araya" getirilmiş olur. bu yüzden noksanlık şu demektir: birbirine—ait olanın henüz—bir arada-olmayışı. ontolojik açıdan bakıldığında, halen el—altında—olanlarla aynı varlık minvaline sahip olup da ileride ilave edilecek olan parçaların el—altında—olmayışı söz konusudur burada. zaten bakiyenin tediyesiyle onların varlık minvali herhangi bir modifikasyona uğramayacaktır. halihazırdaki bir arada—olmayışlık, eksikliklerin peyder pey sağlanmasıyla ortadan kalkmaktadır. yani kendisinde noksanlık bulunan varolanların varlık minvali el—altında—olmaklıktır. söz konusu bir aradalığı, yahut onun üzerine bina edilmiş olan bir arada—olmayışlığı yekun olarak nitelendiriyoruz.

mamafih bir aradalık haline ait olan bu bir arada—olmayışlığın, yani noksanlık olarak mahrum oluşun, ölüm imkanı olarak dasein'a ait olan henüz—olmayışlığı ontolojik bakımdan belirleyebilmesi katiyen mümkün değildir. çünkü bahse konu bu varolanın varlık minvali, asla dünya—içindeki el—altında—olan şeklinde değildir. dasein'ın kendi "seyrini" tamamlayana dek “yaşam seyri” içinde var olduğu varolanların bir aradalığı, bir yerlerden bir şekilde el—altında—oluvermiş birtakım varolanların "tedricen” bir araya getirilmesiyle tesis ediliyor değildir ki. zira dasein, kendi henüz—olmamışlığı doldurulduğunda esasen var olmaya başlayan değildir. öte yandan öyle olmadığında da, onun halihazırda var olmadığını söyleyemeyiz. dasein hep öyle varolur ki, ona kendi henüz—olmamışlığı daima ait kalır. peki ama, hem olduğu gibi var olan, hem de ona henüz—olmamışlık ait olan ve fakat varlık minvali dasein olmak zorunda olmayan başka bir varolan yok mudur?

s.257-258
martin heidegger
varlık ve zaman

türkçesi: kaan h. ökten
agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra,
büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan,
bambaşka denizlere, bambaşka semalara,
şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra?

deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!
acaba hangi şeytan veya mucize
her ulvi çalkanışta muazzam bir rüzgârın
orguyla uğuldayan denizi verdi bize?
deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!

hey trenler, vapurlar beni burdan götürün!
ne var gözyaşlarından çamurlar yoğuracak?
ara sıra der mi ki agathe’ın ruhu, üzgün,
“nedametten, azaptan ve ıstıraptan uzak,
hey trenler, vapurlar beni burdan götürün!

ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet,
ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
ey her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,
ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler!
ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!

ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların,
o koşuşlar, demetler, o şarkılar, buseler,
i̇nildeyen kemanlar üzerinde dağların
akşam, korkuluklarda şarap dolu kâseler!
ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların.

o bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde?
çok daha uzakta mı yoksa çin’den, maçin’den?
beyhude bir arzu mu inildeyen dillerde,
canlanan bir hayal mi billur sesler içinden,
o bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde?

charles baudelaire
(1821-1867)

(fransa)
çeviri: sait maden
dünya şiir antolojisi 1, s. 549-550
bildungsroman (türkçe: oluşum romanı), alman edebiyatında bireyin oluşum dönemini ve sonunda ulaştığı ideal durumu ele alan roman türü. safdil kahramanın serüven peşinde dünyayı dolaşmaya çıkması ve uğradığı yenilgilerle yavaş yavaş olgunlaşarak bilgelik kazanmasını konu alan halk masalları, wolfram von eschenbach’ın ortaçağ destanı parzival (13. yy başları) ve hans grimmelshausen’in pikaresk öyküsü simplicissimus’da (1669) edebi niteliğe kavuştu. bu temayı roman düzeyinde ilk kez wilhelm meisters lehrjahre (1796; wilhelm meister’in çıraklık yılları, 1943) adlı yapıtıyla goethe ele aldı. yapıt günümüzde de bu türün klasik örneği sayılmaktadır. türün öbür örnekleri arasında adalbert stifter’in der nachsommer (1857; yaz sonu) ve gottfried keller’in der grime heinrich (1854-55; yeşil heinrich, 1947-48) adlı romanları yer alır. oluşum romanı nostalji ve teslimiyet gibi temalara yer verse de, kahramanın olgunlaşmasıyla mutlaka olumlu bir havada sona erer. roman kahramanının gençliğindeki büyük düşler yok olmuştur, ama ona acı veren düş kırıklıkları ve hatalar da geride kalmıştır. oluşum romanının sık rastlanan bir türü, bir sanatçının gençliğini ve gelişimini konu alan künstlerroman dır. öteki türlerinden erziehungsroman kahramanın yetişme/eğitim sürecini, entwicklungsroman ise karakter gelişimini konu alır. bu terimler bazen birbirinin yerine kullanılabilirse de, oluşum romanının gelişim romanından temel farkı, kahramanının içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesini, olgunluğa ve uyuma erişmesini anlatmasıdır. arap edebiyatında bildungsroman kültürünün köklü bir geçmişi bulunmaktadır. bu alanın öncülerinden birisi i̇bn tufeyl'dir. modern arap edebiyatında ise, tayyib sâlih’in mevsimu'l-hicre ile'ş-şemâl adlı eseri çok tanınan bir bildungsromandır.
Elias Canetti (d. 25 Temmuz 1905 – ö. 14 Ağustos 1994), modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düzyazı yazarı. Eserlerini Almanca yazan Canetti, "geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları için" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
Roland Barthes (Türkçe: Roland Bart) (12 Kasım 1915, Cherbourg - 25 Mart 1980, Paris), Fransız felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni.
Walter Benedix Schönflies Benjamin, (15 Temmuz 1892, Berlin - 26 Eylül 1940, Portbou İspanya), Alman filozof, edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısıdır.
György (George) Konrád (2 Nisan 1933 – 13 Eylül 2019), Macar filozof, roman ve deneme yazarı.

Yaşamı ve kariyeri
Bireysel Özgürlük konusuna yer verdiği eserleriyle biliniyordu. Konrád 2 Nisan 1933'te Berettyóújfalu, Macaristan'da doğdu. 1990'dan 1993'e kadar "Uluslararası PEN Kulübü"’nün Başkanı olarak görev almıştır.

Ölümü
Macar filozof ve yazar György Konrád 13 Eylül 2019'da Budapeşte, Macaristan'da 86 yaşında ölmüştür.

Eserleri

The Case Worker
The City Builder
The Loser
A Feast in the Garden
The Stone Dial

The Intellectual on the Road to Class Power (1978), Iván Szelényi ile
Antipolitics
The Melancholy of Rebirth (1995)
The Invisible Voice: Meditations on Jewish Themes
A jugoszláviai háború (és ami utána jöhet) (1999)
Jugoslovenski rat i ono što posle može da usledi) (2000)
A Guest in My Own Country: A Hungarian Life (2003)
Departure and Return (2011)
Peter Stephen Paul Brook, (d. 21 Mart 1925, Londra - ö. 2 Temmuz 2022, Paris), İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni.

Simon ve Ida Brook’un ikinci çocukları olarak Londra’nın batısındaki Chiswick’te doğdu. Oxford Üniversitesi’nde eğitim gördü. 1951 yılında aktris Natasha Parry ile evlendi ve bir oğul ile bir kız çocuk sahibi oldu.

Tiyatro, sinema ve opera alanlarında pek çok eser veren Brook, 1971’de Micheline Rozan ile birlikte Paris’te Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Merkezi’ni kurdu. Konstantin Stanislavski, Vsevolod Meyerhold, Bertolt Brecht, Antonin Artaud ve Jerzy Grotowski’den etkilendi. Açık sahne anlayışını geliştirdi. Çalışmalarını İngiltere’de Royal Shakespeare Company’de ve Fransa’da Bouffes du Nord tiyatrosunda sürdürdü.

2 Temmuz 2022 tarihinde 97 yaşında hayatını kaybetti.